6 Mart 2009 Cuma

Trevanian-Katya'nın Yazı

Montrean ikinci dünya savaşına katıldıktan sonra doktorluk yaptığı kasabaya geri dönen ve çalışmaya devam eden bir genç. Hayatı bir yaz çalıştığı kasabada karşılaştığı bir aileyle biraz karışır.

Kırlarda dolaşırken kardeşinin bisikletten düşüp ayağını incitmesine sebep olan Katya, onu tedavi için kardeşinin yanına götürür. Bu tedavinin peşisıra Katya'nın etrafta gördüğü kalıplaşmış kız tiplerinden farklı olduğunu sezen Montrean, ona ilgi duymaya başlar. Aralarındaki yakınlık Montrean'ın Katya'nın ikizi Paul ve babası tarafından da sık sık eve çaya davet etmesiyle körüklenir. Ancak Katya'nın ve Montrean'ın birbirlerine ilgileri arttıkça Paul'ün davranışları sertleşmekte, Montrean ise buna bir anlam verememektedir. Bir gece Montrean duygularını daha fazla gizleyemez ve Katya'ya ilan eder. Ardından onu öper ve bunu gören Paul kasabadan taşınma kararı alır.

Bir gece Paul, Montrean’ı yanına çağırarak tehditkar bir üslupla, taşınana kadar kendilerine ziyarete gelebileceğini söyler. Ancak şartı Katya ile fazla yalnız kalmaması ve ona elini sürmemesidir. Montrean bu konuşmada Katya’nın kendisini sevdiğini ve gitmek istemediğini, Paul’un neden karıştığını anlayamadığını söyleyerek bunun nedenini öğrenmeye çalışır ancak bir cevap alamaz.

Bu sırada Montrean'ın yanında çalıştığı Dr. Gros, bir gezi esnasında Katya'nın babasının bir adam vurduğunu, bu yüzden de kaçtıklarını öğrenerek bunu Montrean'a anlatır. Montrean da bunun üzerine Paul'le konuşup onu kaçışın çözüm olmayacağına ikna etmek ister, fakat bu konuşmadan pek bir sonuç elde edemez.Bundan sonra ailenin fertleri ilginç şekillerde ölü bulunur.

Bu cinayetleri işleyenin kim olduğunu ve aile fertlerinin neden öldürüldüğünü anlayana kadar epey tahmin yürütüyor ama kitabın sonunda tahminlerinizin hiç tutmadığının farkına vararak şaşırıyorsunuz.

Kitap sıradan bir şekilde başlayıp gitgide merak uyandıran bir şekilde yazılmış. Önceleri bu kitap hiç ilerlemeyecek mi bunlar böyle dağda bayırda gezip ilan-ı aşk edip ailenin ilişkiyi onaylamasını mı bekleyecekler diye düşünürken olaylar gerçekten heyecan uyandırıcı bir hal almaya başlıyor. İnsanı gerçekten şaşırtan bir sonla da kitaba nokta konuluyor.

Zaten kitabın yazarı Trevanian da oldukça gizemli biri. Trevanian takma adı. Yakın algılama yeteneği olduğundan hayatı boyunca hiç fotoğrafı çekilememiş. 74 yaşında bir akciğer rahatsızlığından ölen yazarın mezarının yeri de bilinmiyor. Bir müze, kitabında tarif ettiği şekilde soyulduğu için, o bölüm kitaptan çıkarılmış. Yine cinsel tekniklerden bahseden bir bölüm, uygulanışının bazı bünyelere zararlı olabileceği düşünülerek sonradan sansürlenmiş. Ayrıca insan vücudunda bir noktaya, yöntemine uygun şekilde bastırıldığında, otopside anlaşılmayacak bir ölümü gerçekleştirebilecek bazı tekniklerin ayrıntılarına kitaplarda girilmediği bizzat yayıncısı tarafından Şibumi'de belirtiliyor.

Cevdet Bey ve Oğulları-Orhan Pamuk

Dördüncü sınıftaydım, çok kitap okuduğum ve evdekileri de bitirdiğim için sağdan soldan kitap dileniyordum. O sıralar muhtemelen lisede olan dayımın oğlu da bana Orhan Pamuk'un Kara Kitap'ını verdi. Uğraştım, didindim olmadı, bir türlü ilerlemedi kitap, elli sayfa kadar okuyup sıkılarak geri verdim kitabı. O gün bugündür de elime Orhan Pamuk'un herhangi bir kitabını almıyordum. Ta ki hayatımın sevinci Sevinç hocanın "Cevdet Bey ve Oğulları"nı bana tavsiye edişine kadar. Dördüncü sınıftan kalma bir önyargıyla kitabı elime alıp ilk sayfayı okuduğumda içimden bir ses bu kitabın çabuk biteceğini söyledi. Yanılmadı da içimdeki ses. Kitap bitiverdi.

Cevdet Bey zamanının nadir Müslüman tüccarlarından. Bu yüzden ne gayrimüslim tüccarlar tarafından tam olarak benimseniyor, ne de Müslümanlar onun bir tüccar olabilmesini kabullenebiliyor.Cevdet'in yegane hayali büyük ve güzel bir evin içinde kurulmuş saat gibi işleyen bir aile hayatı. Bu hayal yüzünden abisi Nusret'in alaylarına de hep tahammül etmek durumunda kalıyor. Nusret bir aile hayatı kuramamış, Avrupa'ya okumaya gidip geldikten sonra da devrimci bir düşünce tarzını benimsemiş bir adam olarak heyecanlı ve düşünsel açıdan zengin bir hayatı benimsemekle birlikte, çok fazla içtiğinden bu hayatı ne kadar yaşayabildiği şüpheli biri. Hayatı algılyış biçimi sebebiyle de Cevdet Bey'le sık sık alay ediyor.

Cevdet bu aile hayatına adımını atmak için bir paşa kızı olan Nigan'la evlenip Nişantaşı'nda aldığı eve yerleşiyor ve o çok istediği aile hayatına böylelikle adım atıyor.

Kitap Cevdet Bey'i,oğulları Osman ve Refik'i ve onların çocuklarını anlatıyor. Üç kuşağın yaşadıklarını, görüp geçirdiklerini, hayata bakışlarını, hayatın anlamını arayışlarını...Ortak soru yıllar geçse de değişmemiş aslında. Yaptığımın bir anlamı var mı? Yaptığımı yaparak hayatıma ne katıyorum? Yaptığımın yaşadığım yere ve insanlara faydası var mı? Hayatım hep bu yönde mi ilerleyecek? Peki geri dönüp baktığımda ne göreceğim? Nasıl hatırlanacağım? Ve daha insanın benlik kaygısına ilişkin çıkarılabilecek bir yığın soru...

Romandaki karakterlerden Refik'le özdeşleştirdim kendimi herhalde. O da benim gibi. Sürekli uymadığı programlar yapıyor, programını uygulamaya başlasa da bir müddet sonra "ne olacak, neye yarayacak bunlar?" sorularıyla yapılan program rafa kalkıyor. Refik'in oğlu Ahmet'te de benzer bir kaygı var.

Ama kitapta sadece erkekler düşünüyor. Kadınlar genelde o gün yenecek yemekle, Avrupa seyahatleriyle, çocuklarla, kıyafetlerle, düğün ve nişan törenleriyle, eve alınacak eşyalarla ilgili görünüyorlar.Yalnızca kitabın sonlarına doğru Cevdet Bey'in torunu Ahmet'in kız arkadaşı İlknur'un fikirleri varmış gibi görünüyor. Bu açıdan biraz eleştirilebilse de kitap genel olarak insanı sıkmayan, su gibi akıp giden ve benim gibi bir atalet duygusu içinde olan insanların kafasına malum soruları tekrar tekrar kakan ve çakan bir kitap. En azından benim Orhan Pamuk'a duyduğum önyargıyı kırmamı sağladı.

1 Mart 2009 Pazar

Baba ve Piç-Elif Şafak

Elif Şafak'ın üç kitabını okudum. Kitaplarında en çok hoşuma giden şey, bir sürü farklı unsuru sonunda tek noktada başarılı bir biçimde birleştirmesi. Siyah Süt'te içindeki kişilikleri, Bit Palas'ta bir apartmanın sakinlerini ortak bir noktada buluşturmuştu. Baba ve Piç'te ise bir Ermeni aileyle bir Türk aileyi ilginç noktalarda buluşturmayı başarmış.

kitabın öncelikle kapağı çarpıyor insanı. gerçekten etkileyici bir tasarım olmuş. İlk görüşte "hönk" dedim ama kitabı okuyunca daha uygun bir kapak olamazdı diye düşündüm.

Müslüman-Türk Kazancı ailesiyle Ermeni asıllı Amerikalı Çakmakçıyanların 90 yıla yayılan iç içe öykülerinin anlatıldığı kitapta iki ailenin iki kızı var başrolde. biri Asya, biri Armanuş. Kitabın piçi yani en suçsuz kahraman: Asya.Asya'nın ailesinde ilginç bir özellik var. Ailenin erkekleri yaşamıyor. Hiçbiri kırkını görmemiş neredeyse. Bir tek ailenin küçük oğlu Mustafa var. Anne el üstünde tutuyor onu ama o da alıp başını Amerika'ya göçüyor. İşte Çakmakcıyan ailesiyle kesişmeleri de bu noktada oluyor. Markette alışveriş yapan, Çakmakcıyan Ailesinin eski gelini Rose'la karşılaşan utangaç, çekingen Mustafa Rose'la bir evlilik yapıyor ve böylece Rose'un Ermeni bir babadan olma kızı Armanuş'un da üvey babası oluyor.
Armanuş ise baba tarafının yoğun milliyetçi telkinleriyle yetişmiş bir kız. Annesi ise Ermeni kimliğinden hiç hazzetmediği için kızını adıyla değil Amy diye çağırıyor.
İki taraf arasında kalan Armanuş, kimliğini netleştirmek için, geçmişini bilinçli şekilde öğrenmek için, Türkiye'ye gitmeye karar veriyor ve bunun için de ailesinden gizli üvey babası Mustafa'nın ailesiyle irtibat kuruyor.
Önceleri bu misafirden hoşlanmayan Asya'yla zaman içinde çok yakınlaşan Armanuş'un en büyük farkı birinin geçmişini gömmek, diğerinin ise aydınlatmak istemesi. Asya geçmişini öğrenmeye hiç meraklı değil. Piç olarak adlandırılması, ona geçmişin sadece hatırlanmak istenmeyen olaylarla örülü olduğunu düşündürdüğünden geçmişi hiç anmayan ve anmak istemeyen biri. Annesiyle bu konuda hiç konuşmamışlar. Zaten annesi oldukça ilginç bir kadın. Annesine de anne değil teyze diye hitap ediyor. Annede anneliği kaldırabilecek bir yapı olmadığından belki.
Hikayenin sonu gerçekten oldukça ilginç. Bir bağlantı da Armanuş'un babaannesiyle Asya'nın dedesi arasında kuruluyor.
Kitaptaki kurgu gayet iyiydi, ama kişilerin hayatlarının birbirine bir şekilde bağlanması bana 'Crash' filmini hatırlattı. Türk-Ermeni olaylarına da sanırım tek yönden bakmamaya çalışmış, sadece bir tarafın değil her iki tarafın da canının yandığını anlatmaya uğraşmış ama hangi tarafın kininin ne kadar kuvvetli olduğunu ve sonuçlarını tartışmayı herkesin yaptığı gibi ben de tarihçilere bırakayım bari. ama ermeni soykırımını desteklediği suçlamasının haksız olduğunu söylemem gerekiyor.
kitabın sonuna doğru sorulan '1915'te Şuşan yetim kalmasa 2005'te Asya diye bir piç olur muydu? ' sorusu gerçekten etkileyiciydi.
ben tavsiye ederim.

28 Şubat 2009 Cumartesi

Okudukça yorgana sarılıp daha çok şükrettim: Açlık-Knut Hamsun

Knut Hamsun'un Açlık adlı romanı bana bu hisleri veren. Karakterin yaşadıklarının bir bölümünün de Knut Hamsun'un hayatından alınma olduğunu bilip okuduklarımın gerçek olduğunu düşününce de halime şükrettim.Aslında bu, kitaplarda yaşanan bir şey değil sadece, dünyamızın her yerinde açlığın ne boyutlarda yaşandığını biliyoruz ama hiç kimseden daha önce açıkla ilgili duygularını bu kadar berraklıkla dile getirdiğini duymadığımdan ve Ramazan ayında yaşadığım o tatlı açlık dışında kayda değer bir açlık yaşamadığımdan gerçekten okuyunca kanım dondu.Romandaki karakter açlık çekerken tabii ki mükemmel yerlerde yaşamıyor, genellikle sokakta ya da çok sefil odalarda kalıyor. Dışaıda yağmurda ıslandıysa o kıyafetle yatmak zorunda çünkü başka kıyafeti yok. Bir yandan da açlığın ve bu berbat hayatın sebep olduğu deliliğe varan ruhsal sıkıntılarla uğraşmak zorunda kalıyor. Okudukça bu romandakinin benzeri gerçek hayatta neler yaşandığını düşündüm ve onun için halime bol bol şükrettim.Hepinize tavisye ederim, durumunuzdan memnun değilseniz bu romanın birkaç sayfasına dahi göz atmak size kendinizi daha iyi hissettirecektir.

Efendi-Soner Yalçın

1875 yılında başlıyor hikâyemiz. Bir ailenin hikâyesi bu. Ama ardında bir ülke gizli bu hikâyenin. Soner Yalçın, "Efendi" adlı yeni çalışmasında, bir ailenin köklerini araştırıyor, bunu yaparken de Türkiye’nin geçmişindeki gizleri ortaya çıkarıyor ister istemez. Çünkü bu ailenin de gizleri var.
Evliyazadeler İzmir’in seçkin ailelerinden. Kitap onların soyağacıyla başlıyor. Ailenin üyeleri bu ülkenin kaderini belirlemiş insanlar çoğunlukla. İçlerinde siyaset adamları da var, futbolcu da, güzellik kraliçesi de, yazar da... Evliyazadelerin soyağacı Dr. Nâzım, Fatin Rüştü Zorlu ve Adnan Menderes’e kadar uzanıyor. Hikâyenin en önemli kısımlarından biri de bu zaten. "Efendi"yi okurken Türkiye’nin farklı bir yüzüne tanık olacak, gizli kalmış gerçekleriyle yüzleşeceksiniz. Yalçın’ın araştırması, tarihin derinlerine inmek, gündemde olan konulara bir de tarihin gözünden bakmak için kaçırılmaz bir fırsat. Üstelik bir roman akıcılığında." (alıntı)
Tekrar geri dönüşler yaptım ve not alarak okudum. Kaynakçanın oldukça geniş olması kitabı inandırıcı kıldı benim için. Ama bu sefer de kafamda pek çok şey değişti, yazarın ikide bir sorduğu sorular kafama asılı kaldı. O zaman Türkiye'nin en önemli insanları sabetaist. Bu da insanı rahatsız ediyor tabii. Kitaba çok fazla itiraz var ama itiraz edenleri desteklemek için onların da Soner Yalçın gibi bir kaynakçası olması gerekiyor sanırım.
Kitap hakkında pek çok eleştiri var ancak onları tek tek okuyup değerlendirmediğim için henüz tavsiye etmiyorum. Çünkü kitap çok iddialı bir tarzda yazılmış ve bunların doğru olup olmadığına inanmam için daha epey araştırma yapmam gerekecek.

Uğultulu Tepeler - Emily Bronte

Dünya Klasiklerinden eserler okumayı her zaman sevmişimdir, epey zamandır okuyamıyordum ama okul kütüphanesini düzenlerken orada küçük çapta bir dünya klasikleri hazinesi olduğunu fark ettim. Bu bağlamda okuduğum, daha doğrusu elimden düşürmeden okuduğum son iki kitaptan biri Uğultulu Tepeler.

Emily BRONTE, Wuthering Heights’a olayların sırasını izleyerek dümdüz bir şekilde başlayarak anlattığı için; romanda biri anne biri kız iki Catherine, biri Heathcliff’in oğlu biri bu çocuğun dayısı iki Linton vardır. Wuthering Heights adı verilen evin sahibi Earnshaw, Liverpool’dan 6 yaşlarında çingene gibi esmer bir erkek çocuğuyla geri döner günün birinde. Heathcliff adını taktığı, soyadı olmayan bu çocuğu oğlu Hindley ve kızı Catherine ile birlikte, kendi çocuğuymuş gibi büyütmek ister. Catherine ile Heathcliff birbirlerini hemen severler. Babaları öldükten sonra Catherine’nin ayyaş ve kötü bir delikanlı olan ağabeyi Hindley, Heathcliff’e eziyet eder, sıradan bir uşakmış gibi davranır ona. Çocuklar büyüyünce Heathcliff, Catherine’nin onun gibi biriyle evlenmesinin kendisini küçük düşüreceğini duyar bir rastlantı sonucu. Bunun üzerine Wuthering Heights’tan kaçar. 3 yıl ortadan yok olduktan sonra, varlıklı bir adam olarak geri döner. Bu arada Catherine Trushcross Grange denilen komşu malikânenin sahibi genç Edgar Linton ile evlenmiştir. Catherine ile Heathcliff karşılaşınca aralarındaki tutku yeniden başlar. Catherine kendi adını taşıyan kızını romanın ortalarında doğurduktan hemen sonra ölür. Heathcliff de Edgar Linton ‘a kötülük olsun diye, onun kardeşi İsabella ile evlenir. İsabella’dan, dayısının adı verilen bir oğlu olur. Aradan 20 yıl kadar geçer ve Heathcliff Earnshaw ailesinden de, Linton ailesinden de öcünü almayı sürdürür. Yine sırf kötülük etmek amacıyla kendi oğlunu, Edgar Linton ‘un ve Catherine’nin kızı Cathy ile zorla evlendirir. Earnshaw ile Linton ailelerinin malına mülküne, yani Wuthering Heights ile Trushcross Grange ‘e el koymanın da yolunu bulur. Kendisine yapılan eziyetlerinin hıncını almak için, Hindley Earnshaw’ a da, oğlu Hareton’ a da bir köpek muamelesi yapar. Oğlu öldükten sonra, Heathcliff de ölür. Romanın sonunda gencecikken dul kalan Cathy ile Hareton evlenir.

Catherine’ in Heathcliff’e olan sevgisini ifade eden cümleyi okuyunca insan gerçekten kocası Linton’ a acıyor:
“Linton' a olan sevgim ormandaki yeşillikler gibidir, kış gelince ağaçlar nasıl değişirse benim ona olan sevgim de öyle değişecektir.Fakat Heathcliff’e olan sevgim o ormandaki ölümsüz kayalıklar gibidir. Kayalıkların görüntüsü çok hoş değildir fakat onlarsız olmaz.”
Romanı okurken Heathcliff’in de Catherine’in de psikolojik yapısı insanı gerçekten “Allah böylelerinden korusun.” Diye dua etmeye zorluyor. Emily Bronte’un güzel psikolojik tahlillerle süslediği ama bu tahlillerle eseri boğmadığı ve 30 yaşında dünyaya veda ettiği için. “Keşke daha uzun yaşasaydı da daha çok eseri olsaydı.” Dedirttiği kitaplarından biri. Tavsiye edilir (Romanın özet kısmı alıntıdır.)

Kırmızı ve Siyah-Sthendal

Kırmızı ve Siyah'ın ilk on-on iki sayfasında kitaptan umudu kesmeye başlamıştım. İlerlemeyecek gibi geliyordu ve tam bırakıyordum ki birden aklıma Victor Hugo'nun "Sefiller"ini okurken de ilk sayfalarda aynı sıkıntıyı yaşadığımı, ama sonrasında o kitabı iki-üç kere okuduğumu hatırladım.Bundan dolayı sabretmem ve kitaba bir şans vermem gerektiğine güçbela inandırdım kendimi. İyi ki de inanmışım, gerçekten çok beğendim okudukça.

Kitabın adı o dönemde ordu üniformalarının rengi olan kırmızı ile rahip giysilerinin rengi olan siyahtan gelir. Julien’in hayaliyle olmak zorunda kaldığı arasında sıkışmasını da simgeliyor bana göre. Diğer bir yorum da kırmızının kadını siyahın tutkuyu, dolayısıyla günahı simgelediği yönündedir. Kitapta yazarın verdiği ruh çözümlemeleri oldukça dikkat çekicidir. Zaten olay rastlanabilir bir olay olsa da, bu çözümlemelerle başyapıt haline dönüşüyor.

Julien Sorel bir kerestecinin oğludur. Babası kendisinden işine yardımcı olmasını beklerken onun aklı fikri kitaplarda ve yükselmektedir. Bulunduğu yerde kalırsa mutsuz olacağını düşünür ve sürekli yükselme planları yapar. Bu aşamada İncil'i Latincesinden ezbere bilmesi kendisine yükselme basamaklarında ilk adımı atma fırsatı verir. Bu sayede bulunduğu yerin gösteriş meraklısı belediye başkanı Bay de Renal'in çocuklarına öğretmen olur. Ancak bu işin içinde belediye başkanının genç ve güzel karısı Bayan de Renal'le birbirlerine aşık olurlar. O güne kadar aşkı tatmayan ve kendisinden soylu olan kişilerin karşısında duyduğu aşağılık kompleksi sebebiyle soyluların kendisine acıma duygusundan başka bir şey hissetmeyeceğini düşünen Julien'in de, eşine asla aşık olamayan Bayan de Renal'in de birdenbire dünyası değişir. Aşkları dolu dizgin sürerken Bay de Renal'in rakiplerinin bu aşkla ilgili ipuçları ele geçirip laf çıkarmaya başlamaları neticesinde Julien papaz okuluna gönderilir.

Daha sonra okuldan ayrılan Julien, yükselme hayallerini yerleştirdiği şehir olan Paris’e gider. Burada yerleştiği Marki de la Mole’ün malikanesinde markinin kızı Mathilde ile aşk yaşamaya başlar. Mathilde gururlu, genellikle bulunduğu ortamların en iyisi olan, çok güzel ve çok zeki bir genç kızdır. Julien de gururlu, asi ve dikbaşlı bir gençtir. İkisinin de garip değer yargılarından dolayı aşklarını itiraf etmeleri epey zaman alır. Aşk itirafının ertesinde Mathilde Julien’e karşı hiçbir sevgi duymadığını fark eder ve kızın bu itirafı, genç adamı yıkar. Ancak olayın peşi sıra Julien’in bir yakınının tavsiyesiyle başka bir kadına ilgi duyuyormuş rolü yapması Mathilde’i tekrar Julien’e çeker. Aşk kaldığı yerden devam eder. Mathilde hamile kalır ve durumu babasına anlatarak evlenmek istediklerini bildirir. Babası Julien’i soylu olarak görmediği için bunu kabullenmesi hiç kolay olmaz. Ancak kızı kararlı olduğu için vazgeçmeyeceğini anlar ve Julien’i etrafta soyluymuş gibi göstermek için ona bir isim ve mal mülk bağışlar.

Son aşamada Marki,Bayan de Renal’e mektup yazarak Julien hakkında bilgi ister. Bayan de Renal işlediği günahın verdiği pişmanlıkla ve günah çıkardığı papazın da mecbur etmesiyle mektupta Julien’i kendisini baştan çıkaran, namus düşmanı,paragöz, tek amacı mevki elde etmek olan bir insan olarak gösterir. Marki de bu mektubu alınca evliliğin kesinlikle olmayacağını kızına bildirir. Bunun sebebini öğrenen Julien çılgına döner ve Bayan de Renal’i kilisede bir ayin sırasında vurur. Bayan de Renal hafif bir yara alır. Julien hapse atılır, Bayan de Renal iyileşir. Daha vurduğu anda büyük bir pişmanlık duymaya başlayan Julien onu tekrar gördüğünde Bayan de Renal’i hala sevdiğini anlar. Bayan de Renal de onu zaten hiç unutmamıştır ve o mektubu papazın zoruyla yazdığını Julien’e anlatır.

Mathilde de Julien’i sık sık ziyarete gelir . Julien artık Mathilde’i görmekten mutlu olmadığını anlamaya başlar. Bayan de Renal’e olan aşkı yeniden ortaya çıkmıştır. Bunu fark eden Mathilde’in kıskançlığı ile beraber aşkı da had safhadadır.

Mahkeme sonrası Julien giyotine gönderilir. Mathilde’in gencecik yaşında yok yere idam edilen Julien’in kesilen başını alıp da onu alnından öpüşünü anlatan cümleler gerçekten insanın yüreğini burkar. Bayan de Renal de Julien’in idamından üç gün sonra çocuklarının kollarında üzüntüsünden ölür.

Mevlana'nın Üvey Kızı-Kimya Hatun/Saide Kuds

Dünyanın tanıdığı Mevlana'nın üvey kızı Kimya Hatun'un gerçek hayat hikayesini otobiyografik bir anlatımla bize sunmuş Saide Kuds. Tüm dünyada ilgi gören bu kitap İran'da 2006 yılında, önemli edebi ödüllerden biri sayılan Parwin Etasami ödülüne layık görülmüş.
Kitabın dili son derece yalın. Son derece sürükleyici bir kitap. Normalde yolculuk esnasında bir şey okuduğunda midesi bulanan biri olduğum halde Isparta-Eskişehir arası 5 saatlik yolda gözümü ayıramadan okudum bu kitabı ama maalesef sonu feci şekilde yüreğimi burktu.
Kimya Hatun, Mevlana'nın ikinci eşi Kerra Hatun'un kızıdır. Kerra Hatun eşinin vefatından bir süre sonra Mevlana ile evlenmeye karar verir. Kimya Hatun'un güzel evinde sürdürdüğü güzel yaşamı Mevlana'nın evine taşındıktan sonra oldukça değişir. Mevlana'nın haremine yerleşirler ve Kimya burada hiç alışkın olmadığı, yaşamayı düşünmediği bir hayat sürmeye başlar. İlk önceleri alışmak zor gelse de daha sonraları üvey kardeşi, Mevlana'nın küçük oğlu Alaaddin ile iyi anlaşmaya başlar ve böylelikle günleri daha güzel geçer. Annesinin doğum yapmasıyla hayatına katılan yeni kardeş de Kimya'nın hayatında güzel bir sayfa açar.
Roman boyunca Kimya da Mevlana'dan hep güzel sözlerle bahsetmektedir. Haremdeki karışıklıkları, oğulları arasındaki gerginlikleri ya da evdeki herhangi bir sorunu Mevlana tatlı diliyle hemen çözebilen bir kişidir. Zaten Kimya roman boyunca evde kendi yakınları dışında en çok Mevlana'yı sevdiğini de sık sık dile getirir.
Yaşları büyüdükçe Alaaddin ile Kimya birbirlerine daha da çok ilgi duymaya ama bu ilginin sonucu da daha az görüşüp konuşmaya başlarlar. Bir müddet sonra Konya'ya gelen Şems-i Tebrizi ise Mevlana ve etrafındaki herkesin hayatını altüst edecektir.
Şems'in sohbetine kendini kaptıran Mevlana, onunla bir eve kapanır ve aylarca sohbet ederler. Mevlana'nın hiçbir yere çıkmayıp hiçbir kimseyi de yanına kabul etmemesi eşi başta olmak üzere tüm talebelerini perişan eder. Konya halkı Şems'e düşman kesilir. En sonunda Mevlana insanlarla görüşmeye başlar ama her şeyi Şems'in iznine göre yapmaktadır. Eskiden talebe okuttuğu medreseyle hiç ilgilenmez, ailesine yaklaşmaz olur. Doğru bildiklerini reddetmeye, hatta Şems'ten hoşlanmadığı için küçük oğlu Alaaddin'den bile uzaklaşmaya başlar.
Bir müddet sonra Şems ortadan kaybolur. Nereye gideceğini de haber vermeden çekip gider. Konya halkı ve Mevlana'nın ailesi bu duruma çok sevinirler ama Mevlana'nın perişanlığı öyle bir seviyeye gelir ki sonunda herkes Şems'in bulunması için uğraşmaya ve dua etmeye başlar. En sonunda Mevlana'nın büyük oğlu Bahaeddin, Şems'i bulur ve geri getirmeye ikna eder. Bu sırada Alaaddin de Kimya'yı babasından istemeye karar verir ve bu durumu da üvey annesi Kerra Hatun'a açar. Ancak Şems'in dönüşü hayatlarına büyük yaralar açacaktır...

Kitabın sonu gerçekten de Mevlana'nın hayatında yepyeni bir sayfa açan kişi olarak bildiğimiz Şems-i Tebrizi'ye çok farklı bir gözle bakmaya zorluyor insanı.

Angela'nın Külleri - Frank Mc Court

Yıllar öncesinden bir filmden birkaç hüzünlü kare kalmıştı aklımda. Fakir, kötü bir odada bir karyolada oturan kadın ölmüş çocuklarına ağlıyordu. Ben de ağlamıştım filmde. Annemle seyrediyorduk o da ağlamıştı. Ama filmin adını bilmiyordum. Ve filmde anlatılanların gerçek olduğunu da.

Kitap İrlanda’nın Limerck kentinde yaşayan Frank Mc Court’ın anılarını anlatıyor. Dört çocuklu bir ailede yaşayan Frank,ekonomik kriz nedeni ile Amerika’ya göç eden ailesinin ilk çocuğu olarak dünyaya gelir. Frank’in doğumundan sonra yine ekonomik sıkıntılar nedeni ile İrlanda’ya göç ederler. Babası işsiz olduğundan ve çalıştığı zamanlarda da aldığı parayı içkiye yatırdığından aile bir çok sorun yaşar. Annesinin çocuklara bakacak parası olmayıp çoğu zaman derneklere gidip para dilenir. Kimi zamanda rahiplerin evine gider ve onların kalan yemeklerini eve getirir. Olaylar her seferinde böyle tekrar eder. Akrabalarının ve komşularının umursamazlığına katlanarak bir hayat geçirir ve okulda da bir çok sorun yaşar. Anneannesinin ve teyzesinin durumu çok da kötü olmasa da aileyle kesinlikle ilgilenmezler. Aile çoğu zaman babanın işsizlik sigortası ile geçinir ve baba bu parayı eve getirmediğinden Frank iki kardeşini açlık ve sefaletten dolayı kaybeder.Bir süre sonra ailenin ilk kızı olur. Babası Frank’e annesine bebekler getiren meleğin hikayesini anlatır. Sorumsuz olmasına rağmen ayık olduğu zamanlarda çocuklarıyla ilgilenmeye çalışan bu baba,çocuklarına bol bol hikayeler anlatır.Özellikle Frank'a her zaman İrlanda’yı kurtaran Cuchulain'in hikayesini anlatmaktadır. Frank bu hikayelerle büyür. Dinlediği hikayeler ileride hikayeci olmasını sağlayacaktır.
İlk okula başlayan Frank aynı dönemde gazete dağıtımı yaparak para kazanmaya çalışır. Bu dönemde sürekli olarak çalışarak okuma çabası verir.
Bu sırada babası İngiltere'ye çalışmaya gider ve bu aile için büyük bir umut olur. Çünkü babaları İngiltere'ye çalışmaya giden ailelerin maddi durumlarındaki iyiliği hepsi görmektedir. Ancak baba Malachy orada da kazandığı paraları içkiye yatırır ve tek kuruş yollamaz. Frank ortaokulu bitirdikten sonra Amerika’ya gitmeyi aklına koyar. Çünkü yaşadığı hayat koşulları onun gelişmesini engelleyecektir. Bu sürede postanede telgraf dağıtmaya başlar Telgraf dağıtımı sırasında tefeci bir kadın ile tanışır ve bu kadın ile bir araya gelerek insanlara tehdit mektupları yazmaya başlar. Mektupların içeriği ise tefeci kadına olan borcun ödenmesidir. Bir gün yine bu kadının evine gittiği zaman kadını ölü bulur. Evi karıştırmaya başlar ve çekmeceden Amerika’ya gidebilecek kadar para ve borç defterini alır.Tefecinin eline düşmüş borçlu insanları kurtarmak için borç defterini yırtar.Hayalini gerçekleştirerek Amerika’ya gider.
Kitapta yaşanan yoksulluk insanı gerçekten dehşete düşürüyor.Bunların yaşanmış ve hala dünyanın pek çok yerinde yaşanıyor oluşu,insanı kendi durumuna şükrettiriyor.
Yazar Frank McCourt 1931'de Brooklyn'de doğdu; İrlanda'nın Limerick şehrinde büyüdü ve 1949 yılında Amerika'ya geri döndü. Otuz yıl New York'un pek çok lisesinde (uzun bir süre Stuyvesant Lisesinde) kompozisyon hocalığı yaptı. İrlanda'da geçen gençliklerini anlatan "Bir çift Blaguard" isimli müzikal oyunda kitabında sık sık adı geçen kardeşi Malachy ile birlikte oynadı. Frank McCourt Karısı Ellen'le New York'ta yaşamaktadır

Frank Mccourt'un çocukluğunu anlatan "Angela'nın Külleri" dünyanın her yerinden büyük bir okuyucu kitlesi tarafından okundu ve çok sevildi. Büyük bir yoksulluğu anlattığı halde, Mccourt'un kalemindeki sevecenlik ve ince mizah, satırların arasına sızan umutla birleşince, ortaya bir kurtuluş ve başarı öyküsü çıkmıştı. Angela'nın Külleri, Pulitzer Ödülü, Ulusal Kitap Kriteleri Çevresi Ödülü, Los Angeles Time Kitap Ödülü gibi önemli ödüllerin sahibi oldu. Pek çok dilde defalarca basıldı.

İkinci kitabı "Umuda Doğru" ( Angela'nın Külleri II ) ise Angela'nın Külleri'nin devamı.
Bu arada söylemeyi unuttum. Angela yazarın annesinin adı.(yarı alıntı)

Seçimlerinizden Sıkıldıysanız- Nietzsche Ağladığında

Irvin D. Yalom'un Nietzsche Ağladığında isimli eseri uzun süredir ilgimi çekiyordu fakat bir türlü okuma fırsatım olmamıştı. Kitabı dört gün içinde bitirdim. Gerçekten insanı kendi seçimlerinden dolayı pişmanlık içinde ömrünü çürütüp gitmemesi konusunda uyaran ve kendine getiren bir kitap. Ana konu ümitsizlik olmakla birlikte insana ümitsizliğinden kurtulma yolunda öneriler de getiriyor. Yine de eğer hayatla yoğun bir tecrübe yaşamışsanız ve Nietzsche'nin inkar ettiği, yok saydığı dini hayatınıza almışsanız, Nietzsche'nin uzun düşünsel süreçler sonucu elde ettiği bir çok fikri siz zaten evvelden keşfetmiş olacağınız için kitap size güzel zaman geçirtmekten öteye geçmeyecektir.

Zaman ve mekan 19. yüzyılda Viyana.
Kitabın başlıca 4 karakteri var: Dr. Breuer, Nietzsche, Lou Salome, Freud.
Lou Salome son derece güzel, özgür düşünceli, evliliğe inanmayan 21 yaşında bir kadın. Salome, Nietzsche ve yakın dostları Paul Ree üçlü bir entelektüel ilişkiye girerler. Kısa süre sonra Nietzsche Salome'ye aşık olur ve Salome kendisini reddedip Paul Ree ile duygusal ilişki kurar. Bu durum Nietzsche'ye çok ağır gelir ve bir ümitsizlik hastalığına dönüşür. Zaten migren ağrılarıyla da başı dertte olan Nietzsche'yi yalnız bırakmak istemeyen, ancak kendisinin hiçbir yardımını kabul etmeyeceğini bilen Salome, oldukça meşhur bir hekim olan Dr. Breuer'e başvurarak Nietzsche'yi tedavi etmesini, onu bir şekilde Breuer'e yönlendireceğini söyler. Breuer'in bu teklifi kabul etmesiyle olay başlar.

Dr. Breuer başarılı, zengin, tanınmış ve görünürde bir insanın sahip olmak isteyebileceği her şeye sahip bir insan olarak görünmekte ancak içten içe kırk yaş sendromu yaşayan, bir hastasına özel bir tedavi uygularken onunla son derece yakınlaşmış, hastası Bertha'yı sürekli olarak düşünmeyi saplantı haline getirmiş ve bu sebepten karısı ve çocuklarından son derece uzaklaşmış biridir. Aslında Nietzsche'yi tedavi edecekken kritik bir aşamada Nietzsche'nin Dr. Breuer'in ailesine altı yatak ayrılmış bir klinikte ücretsiz olarak yatması karşılığında ona kendi ruhsal boşluğu ile ilgili felsefi temelli bilgi alışverişinde bulunma teklifini yaptığı andan itibaren rolleri değişirler, Breuer sadece Nietzsche'nin migrenine, o ise Breuer'in ruhuna müdahale etmeye başlar.

Bundan sonra Breuer'in Bertha saplantısından kurtulması için Nietzsche ona her türlü zihin cimnastiğini yaptırır. Breuer'e sık sık hayatının seçimlerinden memnun olması gerektiğini, kaderini sevmesi gerektiğini telkin eder (amor fati). Gün geçtikçe Breuer saplantısının daha da üzerine geldiğini ve hayatının daha da anlamsızlaştığını fark eder, tıpkı şafaktan önce gecenin en karanlık anının yaşanması gibi. Bir gün yakın arkadaşı Freud'dan kendisine hipnoz uygulamasını ister. Bu hipnoz esnasında yaşadıkları ona yaşamının ne kadar değerli olduğunu fark ettirir. Hipnoz sonrası Bertha saplantısından tamamen kurtulduğunu ve eşine ilgi duymaya başladığını fark eder. Bu durumu sevinç içinde artık dostu haline gelen Nietzsche ile paylaşmaya gittiğinde Nietzsche nasıl olduğunu anlatmasını ısrarla ister. Ve o da Lou Salome saplantısından kurtulamadığını itiraf eder. Breuer Nietzsche'nin kendisi üzerinde uyguladığı ve aslında kendi tekniği olan baca temizleme işlemini uygulayarak Nietzsche'yi de saplantısından kurtarmayı başarır.

Nietzsche'ye gelip kendisi ile kalmasını teklif etse de o bunu kabul etmez ve İtalya'ya yerleşerek meşhur eseri Böyle Buyurdu Zerdüşt'ü yazar.

Kitaptan inciler:
"...ne kadın ne de erkeğin artık zayıflıklarıyla birbirlerine zulmetmeyecekleri günlerin geleceğini umuyorum."

"Neysen o ol."

"Ümit mi? Ümit en son kötülüktür!
..Pandora'nın kutusu açılıp, Zeus'un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman, orada son bir kötülük kaldığından kimsenin haberi olmamıştı: Ümit. O zamandan beri, insanlar yanlışlıkla kutuyu ve içindeki ümidi iyi şans olarak yorumladı. Fakat Zeus'un arzusunun, insanların, kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğunu unuttuk. Ümit kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır."

"Ölümün son iyiliği, bir daha ölümün olmamasıdır.. "

"Yalan, yeni yalanlar doğurur.. "

"Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir."

"Yalnızlık, hastalıkların üreyebileceği en uygun ortamdır. "

"Hiç kimsenin bir şeyi sırf başka birisi için yapmadığını göreceksiniz. İnsanın bütün eylemler kendisine yöneliktir, bütün hizmetleri kendine hizmettir, bütün sevgisi kendini sevmesindendir. "

Başlarken...

Bu blogun amacı kitap özeti paylaşmak değil aslında.kitapları okurken hissettiklerimi paylaşmak istedim daha çok. belki bir iki kişi blogumdan istifade bir kitap okur kimbilir. okumayıp da internetten kitap özetleri indiren bir toplumun çocuklarıyız, belki de bu blog bu yargıda belirtilen yanlışlığı destekleyecek bir yapı içinde olacak ama olsun. ben de sonlarını yazmam :)