15 Aralık 2011 Perşembe

Ayıp etmişim

Bir baktım da aylar geçmiş, ben bloga dokunmamışım. Kabul etmeliyim ki bu süre zarfında pek de iyi bir okuyucu değildim. Daha önce e-kitap formatında okuduğum kitapları satın aldığım için bir de tadını ala ala okumak istedim onları. Mesela Elif Şafak-Araf'ı aldım ve tekrar okudum, altını çize çize. Kitabı istediğim gibi çizmek hoşuma gidiyor ama karalamak demedim bak, çizmek dedim. Bir de başkaları çizmesin tabii, ben çizeyim. Ayrıca Uğultulu Tepeler'i de aldım ve yeniden okudum. Ama biraz ucuzluğa kaçıp Oda Yayınlarından aldım, sakın siz böyle bir hata yapmayın. Korkunç imla hataları, devrik ve ne dediği anlaşılmayan cümleler var.
Bir de İdefix'in kampanyası sayesinde Tolkien'in tüm kitaplarını aldım. Yüzüklerin Efendisi'nin üç cildi bir arada basılmış halini aldıktan sonra bunları da koydum kitaplığıma, değmeyin keyfime diyecektim ama Silmarillion değdi keyfime. Nereye bakarsam bakayım, mükemmel bir kitap olduğu dile getiriliyor, ben de okuduğum bölüme kadar bir Tolkien hastası olarak oldukça etkilendim ama yavaş ilerleyen bir kitap. Çok fazla da isim içeriyor, ayrıca bir karakterin birden fazla ismi ya da lakabı var. Ona başladığım ve başladığımı bitirmeden başka kitaba geçemediğim için epeyce sallandım bu ara.
Bunların dışında marttan beri sanırım yedi kitap okuyabildim ki bu da gerçekten yüz karası bir durum benim için. Okuduklarımı da yakın zamanda paylaşmayı umuyorum.

17 Mart 2011 Perşembe

Notre Dame'ın Kamburu-Victor Hugo

Benim anlamadığım, yayınevlerinin bu kitabı çocuk klasikleri arasında değerlendirmesi. Böyle çocuk kitabı olur mu ya? Sonunu da mutlu sonla değiştirmişlerse hiç şaşmam doğrusu. Ciddi ciddi trajedi var burada.
Önce olumsuz taraflarından bahsedelim.
Kızkardeşim de okumayı sever, benden çok sevmesin. Sefiller'i öve öve bitiremedim ona. Ama başladı, ilk sayfalarda takıldı kaldı. Etme eyleme dedim, giriş biraz sıkıcı da olsa pişman olmayacaksın dedim, ama dinletemedim ve kitabı bıraktı. Ama bu defa neredeyse ona verdiğim öğüdü kendim tutamıyordum.Çünkü sanki Victor amca bir türlü giremedi konuya. Ya da ben bir türlü veremedim kendimi. Sayfalar boyunca bir piyesin ön hazırlık safhasını okuduk. Gerçi o safhada aynı zamanda o zamanın Paris toplumunun epey bir irdelenmesi de vardı alttan alta ama beni çok açmadı.
İkinci olarak Sefiller'de de olduğu gibi yoğun bir Paris tasviri var gene kitapta. Sefiller'de de bir Waterloo Savaşı vardı, bitirmişti beni. Bunda da aynı sorunun sıkıntısını yaşadım doğrusu.
Olumlu yönlere bakacak olursak, çok başrollü bir film gibiydi kitap. Esmeralda'nın etrafındaki erkeklerden her birinin yadsınamayacak rolleri vardı. Kıskanç ve çılgın bir rahip Claude Frollo. "Ona hiç kimse sahip olamayacak." diye söz veriyor kendine ve sözünü de tutuyor. Mecburiyet yüzünden evlenen zavallı bir şair Pierre Gringoire. Hayatı,  Paris'in serserileriyle kesişiyor ve onların kanunları gereği hayatta kalmak için içlerinden biriyle evleniyor. Her güzel kadına aşık bir yüzbaşı Phoebus .Kendisine aşık bir kadını gönül rahatlığıyla ipe gönderen ve nişanlısıyla düğün hazırlıklarına başlayan ruhsuz. Ve çirkinliğiyle aleme nam salmış bir kilise çancısı Quasimodo. Claude Frollo'nun evlatlığı. Yüzüne bakılamayacak kadar çirkin, bir o kadar da sağır. Ama inanılmaz bir şekilde nokta koyuyor hikayesine. Okuyanın kalbini incitecek şekilde.Notre-Dame'ın Kamburu'na yakışır şekilde.
Romanın en önemli noktalarından biri o zamanın işkenceye olan düşkünlüğü, diğeri de Paris halkının o zamanlar taşıdığı batıl inançlar. İnsan dumura uğruyor. O kadar ciddiler ki bu konuda. Mahkemeleri bile büyü iddiaları, cadılık ithamları alıp götürüyor. Bu konuya dair kitaptan küçük bir bölümü paylaşayım. Quasimodo bulunduğunda onu bulan kadınların kendisi hakkında yaptığı yorumlar bunlar :
"- Sadece tek gözü meydanda. Ötekinin üzerinde koca bir et beni var!
- Canım o değil! Tıpkı buna benzeyen bir canavar gizleyen bir yumurtadır o. Onun da içinde başka bir şeytan bulunan küçük bir yumurtası var. Bu böylece sürüp gider.
- Siz bunu nereden biliyorsunuz, kuzum?
- Çok güvenilir bir kaynaktan biliyorum."
İşkenceler ise insanın kanını donduracak cinsten. Suçlulara gerçekten korkunç işkenceler uygulanıyor. İşin garip kısmı kendisine işkence edilen kişileri gelip seyretmek halkın en büyük eğlencelerinden biri. Meydanlar dolup taşıyor idam ya da teşhir direği cezası verildiğinde.
Tam bir 15. yy betimlemesi olan kitapta ana noktayla ilgisi olmayan konular yer alsa da yine de okunulabilirliği son derece yüksek bir kitap.Kitaptan birkaç alıntıyla çenemizi kapatalım:
"On altı yaşında bir meslek sahibi olmak istedim. Sırasıyla her şeyi denedim.Asker oldum pek cesur değildim. Rahip oldum, yeteri kadar dindar değildim...Öğretmenliğe daha çok hevesim vardı. Okuma bilmediğim bir gerçekti fakat bu bir neden değildir. Bir süre sonra farkına vardım ki her şey için bende eksik olan bir şey vardı." (Pierre Gringoire)
"Kadınların saygı gördükleri yerde tanrılar memnundur. Onların hor görüldükleri yerde Tanrı'ya dua etmek faydasızdır." (Claude Frollo)

26 Ocak 2011 Çarşamba

Oscar Wilde-Dorian Gray'in Portresi



Çook uzun zamandır ilgimi çeken Wilde, bildiğiniz gibi çeşitli dizilerde kitaplarından bol bol alıntı yapılan bir yazar. İşin acı kısmı, sevgili gençlerimiz bu cânım sözleri o dayılar falan söylüyor sanıyorlar. Meğer sevgili senaristlerimiz yalnızca Wilde'dan alıntı yapıyorlarmış.
Ama Wilde öyle bir yazar ki, gerçekten neredeyse her paragrafa bir aforizma sığdırmış. İnsan sadece okuyup geçerse ciddi anlamda rahatsızlık hissediyor, bir şeyleri eksik bıraktığını düşünüyor. Bu yüzden önceleri otobüste falan okurum diye düşündüğüm Dorian Gray'in Portresi, bir müddet sonra çalışma masamda yerini aldı. Hem okuyup hem not almaya başladım. Ama bu defa da baktım işler yürümüyor, kitap bitmiyor, kitabın arasına bir kağıt sıkıştırdım, not almak istediğim cümlelerin bulunduğu sayfaların numaralarını yazarak kitabın üstesinden gelebildim. Bu yüzden  Dorian Gray'in Portresi'nin emek isteyen bir kitap olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim.
Gelelim kitabımızın konusuna...Dorian Gray, Basil isimli bir ressamın yakın dostu olan fevkalade yakışıklı bir gençtir. Bununla birlikte henüz içinde yaşadığı toplumun çirkin ya da karmaşık yönlerinden de henüz bihaberdir. Her şey kendisine yeni, parlak ve ilgi çekici gelmektedir. Özellikle de yeni fikirlere son derece açıktır. Bu açıklıktan doğan açlığı da ressam Basil'in yakın arkadaşı Lord Henry ile tanışmasının akabinde doyurmaya başlar. Lord Henry garip fikirlerle bezeli bir insandır ve cemiyet hayatında da önemli bir yere sahiptir. Dorian'ın güzelliğine de hayran olmuştur. Her ne kadar Basil, Dorian'ı Henry'den uzak tutmayı denese de başaramaz ve Lord Henry ile Dorian arasında kuvvetli bir arkadaşlık doğar.
Basil, Dorian'ın mükemmel bir portresini yapar. İşte romana adını veren bu portreyi gördüğü an Dorian, ağzından dökülen sözlerle aslında hayatının dönüm noktası olacak takası  yaptığını oldukça geç fark eder. O portrenin gençliğini, güzelliğini her zaman yansıtacağını düşünür, kendisininse eninde sonunda solup gideceğini. Bundan dolayı büyük bir kedere kapılarak: "Ah keşke bunun tersi olsaydı! Resim değişseydi de ben hep olduğum gibi kalabilseydim!" der. Ve isteği kabul edilir. Ardından nice pisliklere dalıp çıkar Dorian,katil olur, hayatta tatmadığı zevk kalmaz, zevklerin yetersiz geldiği noktada sefillikle, pislikle karışık hazlara dalmaya başlar. Ama hayat kendinden hiçbir şey götürmezken portre yaşlanmakta, çirkinleşmekte, iğrençleşmektedir. Öyle ki Dorian onu görmeye katlanamaz hale gelir. Bir gün portreyi parçalamaya karar verir ve bu aynı zamanda kendi hayatının da sonu olur.
Kitapta pek çok aforizmanın yer aldığına o kadar çok değindikten sonra birkaçına yer vermeden olmaz tabii ki. Sadece birkaçını yazıyorum çünkü kendim de hepsini henüz not alamadım:
  • “Gerçek güzellik ,entelektüel ifadenin başladığı yerde biter . Akıl kendi içinde bir aşırılıktır ve herhangi bir yüzün uyumunu yok eder. İnsan oturup düşündüğü an sırf burun, sırf alın ya da korkunç bir şey haline gelir. Okumuşlar arasında başarılı olanlara bir bak. Nasıl da baştan aşağı iğrençtir onlar. Elbette Kilise bunun dışındadır. Ne var ki kilisede de düşünmezler. Seksen yaşında bir piskopos on sekiz yaşında ona söylemesi öğretilen şeyleri söylemeye devam eder, bunun doğal sonucu olarak da her zaman sevimli görünür.” (Lord Henry)
  • “Bütün bedensel ve entelektüel üstünlüklerde bir uğursuzluk gizlidir, tarih boyunca kralların sarsak adımlarını izleyen türden bir uğursuzluk. Başkalarından farklı olmamak en iyisi. Hayatın en iyi yanlarından çirkinlerle budalalar nasipleniyor. Yan gelip oturabilir, yaşam denen oyunu esneye esneye seyredebilirler. Zafer kazanmak denen şeyi bilmeseler bile hiç olmazsa yenilginin acısını duymaktan da kurtulmuşlardır. Hepimizin yaşaması gerektiği gibi kaygısız, kayıtsız, kıllarını kıpırdatmadan yaşarlar. Ne başkasının mahvına yol açarlar, ne de onun bunun elinden kötülük görürler. Senin unvanın ve zenginliğin Harry, benim değerleri ne olursa olsun sanatım ve aklım, Dorian Gray’in güzelliği… Tanrıların bize verdikleri bu şeylerden dolayı acı çekeceğiz, korkunç acılar çekeceğiz.” (Basil)
  •  “Bilinçle korkaklık gerçekte aynı şeylerdir. Bilinç, şirketin piyasada bilinen adıdır.” (H.)
  •  “Arkadaşlarımı güzel insanlar, tanıdıklarımı iyi karakterliler, düşmanlarımı parlak zekalılar arasından seçerim. İnsan düşmanlarını seçerken çok dikkatli olmalı. Benim bir tane bile aptal düşmanım yoktur. Hepsi de belli bir düşünce gücüne sahiptir, bu yüzden de benim değerimi bilirler. Bu benim çok mu kibirli olduğumu gösterir? Sanırım, öyle galiba.” (Henry)
  • “Akrabalarımdan tiksinmekten kendimi alamıyorum. Sanırım bu bizimle aynı kusurlara sahip başka insanlara katlanamadığımız gerçeğinden kaynaklanıyor.” (H.)
  •  “Deha’nın Güzellik’ten daha uzun ömürlü olduğuna hiç kuşku yok. Hepimizin kendimizi aşırı derecede eğitmek uğruna göze aldığımız sıkıntıların nedeni budur. Amansız yaşam savaşında, hepimiz dayanıklı bir şeylere sahip olmak isteriz, bu yüzden de yaşam kavgasındaki yerimizden olmamak gibi saçma bir umutla kafamızı saçma sapan şeylerle, olgularla doldururuz. Bütünüyle iyi bilgilenmiş adamın kafasıysa korkunç bir şeydir. Ivır zıvır satan eskici dükkanına benzer, baştan aşağı tozdan ve eciş bücüş şeylerden geçilmez. Her şeye gerçek değerinden fazla fiyat konulmuştur.” (H.)
  • Bugünlerde herkes bir şeyin fiyatını biliyor ama hiçbir şeyin değerini bilmiyor.
  • Erkekler yorgun düştükleri için evlenirler, kadınlar ise meraktan.
  • Vefa… mülkiyet tutkusu var içinde. Başkalarının alacağından korkmasak çoktan atacağımız bir sürü şey var.

28 Eylül 2010 Salı

Uçurtma Avcısı - Khaled Hosseini

Ne kitaptı ya Rabbim! Perşembe başladım, pazartesi bitti. Hikayenin çoğu yerinde ağladım ve isyan ettim. Çocuk tacizcilerine lanet okudum defalarca. İslam adına yemediği halt kalmayanlara... Afgan halkının yaşadıklarına ve hala yaşamakta olduklarına... Onlar gibi nice halkların yaşadıklarına, yaşattırılanlara... İnsanların milliyetlerini seçmeleri mümkünmüş gibi birbirlerini milliyetleri yüzünden ebedi mahkum edişlerine...
Emir ve Hasan'ın hikayesi bu. Kardeş gibi yanyana büyüyen, ama aralarındaki farkı karşılıklı sürekli fark eden iki çocuk. Tıpkı babaları gibi. Emir bir iş adamının oğlu, Hasan ise evin hizmetkarının.Emir bir Peştun, Hasan sevilmeyen bir etnik azınlıktan, bir Hazara. Sanki katliama gönüllü doğmuşlar, hizmetkarlığa gönüllü doğmuşlar. Ne kötülük yapılacak olsa cümle hazır:"Ne de olsa bir Hazara...Yalnızca bir Hazara."  Emir, Hasan ve kendisi için ne kadar korkaksa, Hasan ikisi için o kadar atılgan. Emir neyle sınamaya kalkışırsa kalksın, Hasan bütün sınavlara gönüllü tâbi. "Bin tane iste,senin için yakalayayım." diyor Hasan, kendisi için neye malolacağını bilemediği bir uçurtmanın peşinden koşarken. Dönüşü acı. Emir'in Hasan'ın yanında olamayışının karşılığında dilediği özrün biçimi de öyle. Ve Emir onun sadakatine verdiği karşılığın bedelini hayat boyu ödeyemiyor.
Kitabın üzerinden bir daha gözyaşlarıyla geçmeye çalışırken Mor ve Ötesi'nin şarkı sözü takılıyor kulağıma: "adalet yok ya, canımı yakar..." ilahi adalet var iyi ki. Kimse "bu sadece bir kitap" demesin ne olur. Nelerin yaşandığını bile bile gözlerimizi, kulaklarımızı kapatıyoruz kalplerimiz dayanmadığı için. Bunları yaşayanlar ise kalbimizin dayanmadığı imgelerin asıllarına dayanmak zorunda...

22 Eylül 2010 Çarşamba

Hayvan Çiftliği - George Orwell

George Orwell'in ikinci kitabını da iki günde okuyup kendisine bir kere daha hayran kaldıktan sonra diğer kitaplarını da okumaya karar verdim. Hayvan Çiftliği, çiftliğin sahibine karşı bir ayaklanma başlatıp dizginleri ele geçiren bir grup hayvanın hikayesi. Bu hayvanların içinde en önde gelenler, ihtilalin beyin takımı ise domuzlar. İnsan zamanından kalma, kendilerini ezen ve üzen ne varsa hepsini  değiştiriyorlar. Ama zaman içinde çok çalışan ve orijinal fikirlere sahip domuzlardan biri başka bir domuz tarafından safdışı bırakılıyor ve işte bundan sonra darbeyi yapanların düşüklere benzeme süreci başlıyor. Eleştirilen şeyler yavaş yavaş normal görülmeye başlanıyor, karşı çıkanlar yok ediliyor, eskinin kuralları sürekli Başdomuz ve yardakçılarının isteğine göre revizyona uğrayarak eskiden beri öyleymiş gibi halka yani diğer hayvanlara anlatılarak kabullendiriliyor. Buna rağmen tüm gücünü sistemi korumaya adayanlar da var. İnsanların yönetiminde olmaktansa hür yaşadıklarını zannedenler, durumlarının insanların idaresinde olduğundan çok daha iyi olduğunu sanıp da Napoléon'un eskisinden daha baskıcı olduğunu fark edemeyenler "O ne derse doğrudur." mantığıyla hareket etmeye devam ediyorlar, kafalarındaki bir çok soru işaretine rağmen. Fakat sonları hiç de umdukları gibi, sadakatlerinin hak ettiği gibi olmuyor.
Altını çize çize okuduğum bir kitaptı gerçekten. Altını çize çize dediysem, öyle her aforizmatik cümleyi çizmedim. Çizdiğim cümleler hep aynı. Karmaşa olduğunda koyunlar hep bir ağızdan: "Dört ayak iyi, iki ayak kötü!" diye bağırıyorlar ve genellikle bu cümleyle her türlü karmaşayı bastırıyorlar. Ta ki Başdomuz Napoléon artık iki ayak üzerinde gezmeyi tercih edene kadar. O zaman "Dört ayak iyi, iki ayak daha iyi." oluyor, "Bütün hayvanlar eşittir.", "Bütün hayvanlar eşittir ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir."e dönüşüyor.
Kitabın sonunda domuzların insanlarla yeniden barıştığı sahne, diğer tüm hayvanları şoka uğratıyor.      
"Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyorlar, ama birbirlerinden ayırt edemiyorlardı."
Kendi zamanında Stalin'i eleştirmek için yazılan bu kitap, günümüzdeki siyaset sahnesinin de bir yansıması gibi aslında. 

25 Mayıs 2010 Salı

Duvar - Jean Paul Sartre

Sartre garip bir adam. İki kitabını okudum, her ikisinde de bittiği zaman: "ne ki bu şimdi, kitap mı?" diye sordum. Sonra kitaptan alıntılarıma baktığımda da "evet, kitap." dedim, "içindeki saçmalığı korkmadan, utanmadan dışa vurabilme cesaretine sahip bir kitap." Gerçi Bulantı'yı daha çok sevmiştim ama neyse. Duvar'a da şöyle bir bakalım.
Kitap beş hikayeden oluşuyor. İlk hikaye kitabın adını taşıyor. İdama mahkum üç kişinin bir gecelik öyküsünü okuyoruz Duvar'da.. Kişilerde meydana gelen psikolojik değişimlerin vücutlarına nasıl yansıdığını anlatıyor yazar. Hikaye kahramanın ağzından birinci tekil şahısla anlatıldığından sonu önceden tahmin edilebiliyor. Ama yine de gerçekten hoş bir sonla bitiyor.
İkinci hikaye Erostrate. Tanınmış biri olmak için Efes Tapınağı'nı yakan Erostrate'in hikayesini öğrenen Paul Hilbert, kafasında kurduğu hikayenin kahramanının o olduğunu anlıyor. Hikaye boyunca insanlara duyduğu nefreti dillendiren Paul, çağının Erostrate'i olmayı hedefliyor. Kafasında sürekli bir cinayet planı var. Öldüreceği kişilerin kim olduğunun da önemi yok onun için, önemli olan "insan öldürmek."
"Amerikanvari hazırlanmış ıstakozu sevip sevmemekte özgürüm ama insanları sevmiyorsam bir zavallıyım ve gün ışığında bana yer yok." diyor.İlginç bir bakış açısı. Ama bitirdikten sonra "anlamsız bir bunalım öyküsü" diye not tutmuşum. Şu an öyle gelmiyor ama. Her insanın belirli bunalımları oluyor zaman zaman insanlara karşı. Bu da Paul'ünki. Saygı göstermek lazım :)
Üçüncü hikayemiz Özel Hayat. Bu bölümü okuduğumda "eğer Sartre yazarsa, günümüzde pek çok ergende yazar olma kapasitesi vardır" diye düşünmüşüm." Cümleye bak : "İnsanın birini sevebilmesi için her şeyiyle, yemek borusuyla, karaciğerleriyle, bağırsaklarıyla sevebilmesi gerekir."
Kocası Henry'yi kabalığı, ailesine saygısızlığı ve iktidarsızlığı nedeniyle terk etmek isteyen ve bunu deneyen Lulu'nun öyküsü Özel Hayat. Pierre ile kaçmak üzereyken kendisinin ve kocasının berbat ruh hali onu bundan vazgeçiriyor.
Birkaç alıntı da bundan olsun:
"Sırtım olmasın isterdim. Ben onları görmediğim zaman insanların bana bir şeyler yapmalarından hoşlanmıyorum."
Bir erkek yazarın kaleminden güzel bir itiraf:
"Onun için pudramı değiştirmiştim. Böylesini seviyor diye gözlerimi boyamıştım ama o hiçbir şeyi görmedi. Yüzüme bakmaz ki göğüslerime bakıyor."
"Tanrım yaşam bunun için mi, bunun için mi giyinip kuşanmak, yıkanmak ve güzel olmak, tüm romanlar da bunun üstüne mi yazılmışlar, her zaman bu mu düşünülüyor, sonunda işte meydanda, olup biter."
Dördüncü öykümüz Bir Yöneticinin Çocukluğu. Küçükken kendisine bir kız çocuğu gibi muamele edilen ve babası gibi kendisi de yönetici olacak olan Lucien'in büyüme öyküsü. Büyüdükçe önce hiçbir şeyin varolmadığına inanıyor Lucien. Sonra Freud'a merak salıyor. Freud'un "Psikanalize Giriş"ini okumaya başladığını söylediğinde basit bir reklamda gibi hissettim kendimi. Berliac'la tanışıyor ve Berliac onu kendi fikir babası Bergere ile tanıştırıyor. Bergere eşcinsel ve aslında pek de gönüllü olmadığı halde Lucien bir kere onunla ilişkiye giriyor. Ancak daha sonra bundan dolayı kendisinden ve Bergere'den nefret ediyor.
Lucien yahudi düşmanı bir kişi aynı zamanda. Hem de yahudi biriyle aynı ortamda duramayacak kadar düşman. Ayrıca o zamanın Fransa'sında bile dikkate değer bir nokta: Her haltı yediği halde kendisi için el değmemiş bir kızın bulunduğuna inanan bir zibidi var karşımızda. Kızın tek ödevi de kendini ona saklamakmış.
Öykünün sonunda bıyık bırakmaya karar veriyor Lucien. Yüzü çok çocuksu görünüyormuş.
Beşinci öykümüz Oda.Psikolojik problemli Pierre ile Eve'in hikayesi. Eve hasta kocasını bir an bile bırakmak istemezken, ailesi kocasını bir an önce hastahaneye yatırması gerektiği konusunda kendisine baskı yapıyor. Eve bunu asla istemiyor çünkü o da kocasının yarattığı garip dünyayı çok seviyor ve kocasına olan sevgisinden kendisi de o dünyaya gerçekten inanmak, Pierre'nin yanında olmak istiyor. Pierre nesnelerin canlı olduğuna ve kendisine sık sık saldırdıklarına inanıyor ve Eve de buna inanmaya, nesnelerin hareketini yakalamaya uğraşıyor. Eve Pierre'e aşık ama sanırım onun cismine aşık.Kitabın sonunda sanırım Pierre'in yaşlanacağını düşündüğünde:"Daha önce öldürürüm seni" diyor. Kitap da bu cümleyle bitiyor. Yoksa kendisi sarkıp buruşmadan kocasını öldürmekten mi bahsediyor? Bu noktayı da anlamadım doğrusu.
E şimdi deseniz ki "okuyalım mı bu kitabı?", eğer ki kendi içinizde saçmalamayı seven bir insansanız, saçmalıklarınızla barışıksanız, o zaman evet derim. Değilse muhtemelen "saçma"gelecektir, vakit harcamayın :)

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Kar - Orhan Pamuk


Seviyorum Orhan Pamuk'u. Daha doğrusu yazdıklarını seviyorum. Yazımını seviyorum. İnsana o klasik "kendinden bir şey bulma" duygusunu verdiği için seviyorum. Kar da o içinde bir şey bulduklarımdan. Benim dünyama daha pozitif, daha önyargısız baktığını düşündüğüm bir kitap Kar. Ama kitap hakkındaki yorumlara baktığımda da dindarları / dincileri kötülediği, ülkenin başına bu kesim yüzünden neler geldiğini çok güzel ifade ettiği falan yazıyor. Ya ben anlamıyorum, ya o insanlarla aynı şeyden bahsetmiyoruz, ya da yazar ikili oynuyor ve ikili yazıyor.
Olaylar Kars'ta geçiyor. Ka ismini kullanan ve yurtdışında yaşayan köşe yazarı-şair Kerim Alakuşoğlu, yurda döndükten sonra Kars'a giderek oradaki garip intihar vakalarını araştırmaya karar veriyor. Üniversiteden tanıdığı ve eski aşkı sayılabilecek İpek'in ailesinin işlettiği otele yerleşiyor. İpek'in de boşandığını öğreniyor.
Şehre geldiği andan itibaren gerek devlet görevlilerinin ileri gelenleri gerekse dinci kesim diye adlandırılanların liderleriyle kendisine sık sık görüşmeler ayarlanıyor. İki taraf da Ka'nın kimden yana olduğunu kestiremiyor. Bu sırada da kışın bastırıp yolların kapanmasından yararlanan eski ordu mensubu tiyatrocu Sunay Zaim, ordudan eski bir arkadaşıyla bir darbe girişiminde bulunuyor ve ortam iyice karışıyor. Bu aşamada yazar darbe anında asker ve polisin davranışlarını da eleştiriyor.
Buna rağmen Ka, aradığı mutluluğu İpek'te, İpek'in yanında olmakta buluyor. Bir yandan da sürekli şiir yazıyor. Ancak daha sonra dinci kesimin liderlerinden Lacivert ile İpek'in önceden bir ilişki yaşadığını öğreniyor ve daha pek çok olayın ardından Lacivert'i ihbar ederek Frankfurt'a dönüyor. Daha sonra da vurularak öldürülüyor.
Ka'nın hikayesinin ardından yazar devreye giriyor. O da Kars'a geliyor ve arkadaşının yazdığı şiir defterini aramaya koyuluyor. Bu arada daha İpek'le Ka'nın hikayesinde pek çok nokta açığa çıkıyor.
 Kitaptan birkaç alıntı:
"...Rusların açtığı beş caddeye askerden başka büyük bilmedikleri için Kars tarihindeki beş büyük paşanın adını vermişlerdi."
Aşağıdaki bölümde  yazar başörtülü kadının toplum içinde hangi rollerde görülmesine alışıldığına dikkat çekiyor:
"Gün boyunca şehrin sokaklarında gezerken gördüğü başörtülü ya da çarşaflı kadınlara da dikkat etmemişti Ka, çünkü sokaklardaki başörtülü kadınların sıklığına bakıp hemen siyasal sonuçlar çıkarabilen laik aydınların bilgi ve alışkanlıklarını bir haftada edinememişti. Üstelik çocukluğundan beri sokaklardaki başörtülü, kapalı kadınlara dikkat etmezdi hiç. Ka'nın çocukluğunu geçirdiği İstanbul'un batılılaşmış çevrelerinde başörtüsü takan bir kadın ya mahalleye üzüm satmak için İstanbul'un civarından, mesela Kartal'daki bağlardan gelen biri olurdu, ya sütçünün karısı ya da aşağı sınıflardan bir başkası."

Burada da aşkın getirdiği bencillikten söz ediyor:
"Başkalarının üzülmesinden, mutsuz olmasından, bu kötülükler kendi mutluluklarını zedeler diye bencilce korkan aşırı mutlu çiftler gibi bir anda kendilerini yalnız her şeyin yoluna gireceğine inandırmakla kalmadılar, kendi mutlulukları gölgelenmesin diye çekilen onca acıyı ve dökülen kanı da hemen unutmaya hazır olduklarını utanmazca hissettiler."
Bu kısım da korkarım ki beni anlatıyor :
"Hayatının son dört yılında pişmanlık ve kendini suçlamakla çok vakit geçiren Ka, sözle can yakma huyunu bir kimsenin ona duyduğu sevginin gücünü ölçmenin bir yolu olarak kullandığını da kendi kendine itiraf edecekti... Ka aslında İpek'in vereceği cevaplardan çok, kendisine ne kadar sabır gösterebileceğini merak ediyordu."
Kar sıkıcı görünen konusuna rağmen sıkmayan, insanı gerçekten Kars'a doğru bir yolculuğa çıkaran, aşkla darbenin, laik elitlerle "dinci"lerin küçük bir şehirdeki büyük ve alışıldık çatışmasını anlatan bir eser. Tavsiye ederim.